22 Ağustos 2010 Pazar

Karamazov Kardeşler




şu sıra dizisi de çekilecekmiş falan, öyle bi duyumlar alıyorum. erdal özyağcılar babayı oynayacakmış. nasıl olacak meraklıyım. hanımın çiftliğine aşk-ı memnu'ya döndürmeyin amma rica ediyorum!

bu kitap üstüne her bi yazardan nerdeyse, övgü üstüne övgü geliyor ama ben "edebilik" denen şeyi halen anlayamamışım meğerse. bir yenidenokuma buna vesile oldu. teşekkürlerimi ayrıca bildireceğim.

mesele şu ki, baştan aşağı bir felsefi roman bu. edebi açıdan çok çok çok zayıf. gerçi bugünün ve o günün edebilik anlayışındaki farklılıkları düşünürsek, o güne özgü, muazzam bir eserdir, burası kesin. ama bi yandan, bu romanın yazıldığı topraklardan doğup evlerimize kadar giren biçimci/yapısalcı incelemelerden geçirirsek, pek de parlak gözükmediğini söylemek lazım.

tabii mesele yalnızca yapıyla ilgili değil. estetik de, bilgi de, faydacılık da girebilir konuya. bilgi ve faydacılık konusunda, şüphesiz ki eşsizdir. estetik dediğin de 3 günde yoluna koyulamayacak tartışmalar gerektiriyor her halükarda.

benim dediğim, romanı okurken, ilerleyen sayfalarda kurgunun coşa gelmesi ya da iç çözümlemenin allahının yapılması haricinde, "okunurluk" düzeyiyle ilgili sıkıntılar yaşanması. bu bence bi eksi puan. suç ve ceza'da bu yoktur, anna karenina'da tolstoy öyle bir örmüştür ki hikayeyi, sıkılmaya başladığınızı bir asır önceden görüp müdahale eder gibidir. bunda o yok işte. rusça aslında nasıldır bilmem, çeviride çok büyük değişiklikler olmadıysa eğer, dil açısından da ileri bir düzeye sahip değildir.

tekdüze ve tartışma temelli bir roman. dostoyevski'nin klasik tarzı bi bakıma. ama diğerlerinden çok daha tekdüze.

bu, romanı okurken gaza gelmeler/coşa gelmeler/aşka gelmeler yaşamayı engellemiyor ama. bu da, bu romanın en büyük başarısıdır herhalde.

bunun yazarı anna karenina için, anna karenina'nın yazarı da bunun için çok acayip şeyler söylüyor. onu da dikkate almak isterim.

A. J. Greimas vs İnception


greimas, bildiğin yapısalcının önde gideni bi abi. ve bu önde gidiş, ona kurguların inciğini cinciğine karıştırma hakkı vermiş. bunu bi şemayla yapıyor ki, adı eyleyenler örnekçesi. isim konusunda başarılı bulmadım baştan söyleyim. ama kendimi düşünüyorum da isim verme konusunda, ağzıma ağzıma vuruyorum iki tane, susup oturuyorum.

http://www.english.ucsb.edu/.../materials/greimas.gif

şu linkte bunun tarafları felan var hep. ordan bi ön okuma olsun.

6 farklı işlevsel rol biçiliyor.

1- gönderici: özneden, yani edimi gerçekleştirenden daha güçlü olan, bu işi ona yaptıran şey/kişi.

2- alıcı: yapılan iş sonucu bir feedback alan şey/kişi

3- nesne: peşinde koşulan/yapılması istenen

4- özne: işi yapan

5- yardımcı: iş yapılırken özneye yardımı dokunan, işini kolaylaştıran

6- engelleyici: iş yapılırken öznenin önüne çıkan, you shall not pass falan diyen

bunların hepsi birden bu şemada yer almak zorunda değil. ve daha önemlisi şu ki, işlevsel rollerden birine denk düşen bir kavram ya da kişi, birden fazla role de oturabilir. mesela bir kavram/kişi hem gönderici hem alıcı hem de özne olabilir. ya da yardımcı rolünde olan biri ya da bir şey, aynı zamanda engelleyici de olabilir. şema halinde şöyle bi şey:

gönderici..................nesne..................alıcı

yardımcı...................özne....................engelleyici

örnek verelim. fakat şunu da belirtmek lazım, her bir şema belli bir bakış açısında kurgulanır. ortak/nesnel bir şey çıkarmak mümkün değildir.

mesela referandum konusunda yapalım bunu. bakış açımız recepciğimiz tayyipciğimiz olsun.

bu durumda öncelikle nesneyi belirlemek gerek. burda peşinde koşulan şey nedir? tayyip açısından düşündüğümüz için, demokrasi diyoruz. gönderici, en güçlü konumda olandır, bu yüzden buraya uygun düşeni toplumsal düzen olabilir. yavaştan kurgularsak:

özne: tayyib
nesne: demokrasi
gönderici: türkiye cumhuriyeti vatandaşları
yardımcı: evet oyu verecekler
engelleyici: hayır/boykot diyenler
alıcı: türkiye cumhuriyeti vatandaşları

tayyib'e göre bu olay buymuş. şimdi bir de değerli büyüğümüz kemal abimiz açısından bakıyoruz.

özne: kemal abi
nesne: akp'nin evine dönmesi
gönderici: türkiye cumhuriyeti vatandaşları
yardımcı: hayır oyu verenler
engelleyici: boykot/evet diyenler
alıcı: türkiye cumhuriyeti vatandaşları

görüldüğü gibi, rollerin birçoğunda değişme oldu fakat kavga aynı kavga.

olayı daha da netleştirmek için mesela, arabesk müziğe hak ettiğini veren saygıdeğer fazıl abi'ye odaklanalım.

özne: fazıl abi
nesne: güzel müzik/muasır medeniyyet
gönderici: müzik kulağı/müzikal idealizm
yardımcı: kemalist elitizm (salladım burayı biraz)
engelleyici: orhan baba (saygılar)
alıcı: müzik dinleyicileri

demek ki neymiş, fazıl abi, müzik dinleyicileri güzel müzik dinlesin diye, kemalist elitleri de arkasına alarak, müzik kulağının ve idealizminin verdiği gazla orhan babaya savaş açmış. halt etmiş. iyi bok yemiş.

bilindik bir kurgu:

özne: neo
nesne: özgürlük
gönderici: [burda gönderici klasmanına morpheus da girebilir, insanlık da girebilir] morpheus olsun
yardımcı: trinity, morpheus, tank falan
engelleyici: agentlar
alıcı: insanlık [bu nasıl bi kategori lan]

son olarak da cağnım ciğerim nolan ile bitireyim. inception örneği verelim.

özne: cobb
nesne: fikir ekme/ çocuklarına kavuşmak
gönderici: saito
yardımcı: arthur, ariadne, eames, saito, yusuf, miles
engelleyici: fischer, mal, cobb[bilinçaltı dolayısıyla]
alıcı: saito

gönderici, özneyle bir anlaşma yapar. belli bir nesneyi alıp ona getirmesi karşılığında ona bir ödül vaat eder. bu durumda gönderici aynı zamanda alıcıdır. özne, bunu başarmak için yola çıkar. bu aşamada yardımcıları ve engelleyicileri olabilir. olmak zorunda değildir. genelde olur. bütün aşamaları tamamlayıp nesneye ulaşır ve göndericiye teslim eder. gönderici de yapılan anlaşma gereği ya ödül verir ya cezalandırır ya da sikine takmaz.

bunların olay örgüleri de var mesela. başlangıç, edinç, edim ve tanınma/yaptırım.

inception'ı ele alalım:

başlangıç durumunda gönderici saito, özne cobb'a bir öneride bulunur. cobb bunu kabul eder. karşılığında çocuklarına kavuşacaktır.

edinç durumu, özne'nin yapacağı iş hakkında bilgi ve güç edinme aşamasıdır. bu örnekte cobb, yardımcıları sayesinde, fikir ekme işi için çeşitli bilgiler edinerek gücünü artırır.

edim durumunda, edinilen bilgi ve güç ile iş yapmaya girişilir. 3 katmanlı bir rüyadan sonra fischer'ın beynine turşu suyu sıkılır ve istedikleri fikri yerleştirirler. pek tabii bu aşamada çeşitli engelleyicilerle karşılaşırlar. mal, fischer'ın bilinçaltı ve cobb'ın bilinçaltı... hepsini teker teker atlatıp amaçlarına ulaşırlar.

tanınma/yaptırım durumu da, iş olup bittikten sonra, öznenin kendini göndericiye tanıtıp işi yaptığını kanıtlamasıdır. ardından da yaptırım, yani ceza ya da ödüllendirme gelir. eğer iş yapılamasaydı, cobb saito'yu limbo'da bulup kendini tanıtamaz ve gerçeğe döndüremezdi ve dolayısıyla ödül yerine ceza almış olurdu. (tutuklanma) ya da limbo'yu katmayalım, iş yapılamaz, saito cobb'ın arama emrini kaldırtmaz ve cobb tutuklanır. dets it...

bunun daha derinine de inip mesela sadece fikir ekme üstünden değil de cobb öznesinin mal ile olan, ya da amerikan hükümeti ile olan mücadelesinden de birer örnekçe çıkarılabilir mesela. ya da daha da ileri gidip her bir karaktere göre yeni bir şema çıkarılabilir. ama o kadarına gerek yok şimdi. varsa da üşeniyorum ben. yoruluyorum, üzülüyorum falan. hikayenin genel gidişatı üstünden böyle bi şema çıkıyor.

o değil de çok klişe lan hakaten :/

Kafka Şato'da Ne Anlatmış.


"şato üstüne yazmıyorum. o niyetle gelmedim en azından. yalnızca kafka'yı da kapsamıyor. nereye giderse oraya. ama bu kitabı yeni okuduğumdan herhalde, elim buraya gitti.

derler ki, şato bir tanrıymış, bir cennetmiş. ya da dur, ucuz eleştirmenler gibi yapayım; şatoda tanrı ya da cennet metaforu var diyesilermiş! kuyruklu yalan! bir bir açıklayacağıma dair iddiam yok, olsa da sönük kalır; fakat inanıyorum ki bunun çok daha ötesinde şeyler var o kitapta. k.'dan tut barnabas'a; klamm'dan tut, muhtara kadar, hepsi apayrı şeyleri çağrıştırıyor nedense.

genelde bağımsız bir öykü diye bilinir, ki ben de dava'yı okuyana kadar öyle olduğunu sanıyordum ama değilmiş, kapıcı diye bir anlatısı vardır kafka'nın.

"kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. bu kapıcıya taşradan bir adam gelir, kanundan içeri girmek ister. ama kapıcı, kendisini şimdilik içeri bırakmayacağını söyler."

daha fazlasını açmaya gerek görmüyorum, meraklıların zorlanacağı bir şey yok, her yerde bulabilirler. yalnızca sonunu hatırlatmam gerekecek. yıllarca bekleyip umudunu yitiren taşralı, elden ayaktan düştüğü ve tamamiyle güçsüz kaldığı bir anda, kapıcıya son bir soru sorar: "benim bildiğim, herkes kanuna varmak için çaba harcar. peki, nasıl oluyor da, bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?" kapıcı, adamın artık son anlarını yaşadığının farkına varmıştır. iyice sağırlaşan kulaklarına doğru eğilerek bağırır: "bu kapıdan senden başkası giremezdi, çünkü yalnız senin içindi kapı. gideyim de kapayayım artık."

anlatıdan çıkardığımız o kadar çok sonuç var ki, hani oturup sırf girişini bile günlerce tartışıp gene de bir hal yolunu bulamayabiliriz. nitekim kafka da bu anlatıdan sonra kendi kendine birkaç farklı sonuç üstünde tartışmıştır. meselenin özü, varmaya yakınsanan sonuçta. kafka'nın en güçlü iddiası, kapıcının da başkaları tarafından kandırıldığı ve içeri o adamı sokmamasının tembihlendiği, aksi halde başına büyük işler alacağı gibi bir telkinde bulunulduğu yönünde.

buraya atlamamın sebebine gelirsem; şato'da da aynı meselenin olduğunu düşünüyorum ben. köylülerin şatodan uzakta ve dedikodularla örülen bir hayat yaşadıkları apaçık. k.'nın, ne köylülere, ne şatoya yaranamayışının başlıca sebebi de bu. çünkü k., köylüler gibi işi oluruna bırakmıyor, büyük bir yabancılaşma içinde, her gün ve her gecesini şatoya ulaşabilmek için harcıyor. aslına bakarsan, uğraşının asıl sebebi olan kadastroculuğa kabulü pek de umrunda değil. başlarda bunun için koşturuyorsa da, sonradan öncelikleri tamamiyle değişiveriyor.

klamm, şatonun temsili. köylülerin ve k.'nın en çok sözünü ettiği, görülmeye en yaklaşan kişi. kitap boyunca şatoya ulaşmanın tek yolu da zaten klamm'a ulaşabilmek; onunla konuştuğu zaman, bütün amacına ulaşacağına inanıyor k. fakat gariptir ki, klamm'ı gördüğünü iddia edenlerin dışında onun varlığı bile şüpheli bir karakter olması, adının almanca'daki anlamını da* aklımıza getiriyor. şatoya gelip giden haberciler, klamm'ın uşakları, frieda, otelcinin karısı; hepsinin ağzında tek bir şey var; şatoya ulaşılamaz, klamm'la görüşülemez!

dönüşüm, dava ya da şato, temel olarak birbirinin aynı altmetinlerden oluşuyor. yirminci yüzyılın eleştiri tarihinde en sık tekrarlanan şeyi ben de tekrarlamadan edemeyeceğim; kafka'nın yapıtları, insanın toplum içindeki yalnızlığını anlatır! böcek fobili bir yazarın, sıkıntılı düşlerden sonra devcileyin bir böceğe dönüşen karakteri ile, bir sabah ne olduğunu bilmediği bir suçlamayla karşı karşıya olduğunu öğrenen karakteri arasında neredeyse hiçbir fark yok. aynı yabancılaşmayı, aynı karşı çıkmayı ve aynı kabullenmeyi her ikisinde de görebiliyoruz. gerçi dönüşüm, gerek yapısal açıdan, gerek altkurgusu itibariyle diğerlerinden ayrılan bir noktadaysa da, orada aileye karşı duyulan utanç ve aşağılama ile, dava'da yargıçlara ve avukatlara duyulan korku ve saygının temeli aynı. toplumun belirgin yargılarıyla başa çıkamazsanız, ona uymak zorundasınızdır! bükemediğin bileği öpmek gibi mi? belki.

şato'yu en az k. kadar bilmeyen köylülerin, k.'nın tam tersi bir şekilde şato'yu hiç merak etmemesi de buraya dayanıyor. köy, toplumu temsil ediyor. belirgin kurallar eşliğinde çalışabilen bir sistem; gerekmediği kadar saygısızlık yapılabiliyor ancak; dedikodunun sınırı, ertesi gün muhatabını görene kadar; dışlama misyonu herkesin üzerinde en başından beri var! daha barnabasların suçlarının ne olduğunu bilmeden, tamire verilen ayakkabılarını geri alabilirler! hiçbir dayatmaya ve hiçbir zor koşulmaya bırakmaksızın, tam da olması gerektiği gibi, gereken cezayı gerektiği ölçüde, doğaçlama usülle verebilirler! çünkü onlar akşam yemeği ardına, filancalara ne zamandır gitmedik diye düşünüp misafirliğe gitmeye karar verebilirler; bir davete kolunda birileri olmaksızın gittiklerinde çıplak vücutla şömineye atılacaklarının kabusunu görürler; sözlenmeden evlenmezler, evlenmeden sevişmezler; sohbetleri alkol masasında, samimiyetleri çay partisinde ve rejimleri doktor reçetesindedir!

ne ailesiyle, ne de toplumla sağlıklı bir ilişki kurabilmiş kafka'nın bu kitapta izini sürdüğü metaforu uzaklarda aramamak gerek. hasta olana geçmiş olsun demeyi, hapşıranı çok yaşatmayı, ölenle ölebilmeyi beceremez kafka, k.'dan bir farkı yoktur. ancak canına tak ettiğinde topluma katılmayı ister; fakat kendinden ödün vermediğinden onu da beceremez. ömrü boyunca şato'nun peşinden koşar, toplumun yazılmamış kurallarının gizliden yazıldığı yeri anlamaya çabalar. üst leveldan başlamaması gerektiğini söyleyen olmamıştır, daha ağırdan alması gerektiğini elbette bilmez.

şatonun köylülere hiçbir kural, hiçbir koşul dayatmadığına dikkat etmek gerek. gerek köylülerin, gerek şatodakilerin her biri, yapılması gerekenin tastamam bilincinde ve bunun dışına zerrece çıkmıyor. yapılması gerekenin ne olduğundan söz açılmıyor, birileri görevini unutmuyor ya da bir gün sabah uyanınca başkaca şeyler yapmayı düşünmüyor. ağız birliği etmişçesine, k.'ya herkes kadastrocu diye sesleniyor, evine almıyor, uzaktan bakıyor. fakat belirgin bir aşağılamanın olduğunu da söyleyemeyiz. tıpkı kafka'nın babasına beslediği hisler gibi, uzaktan bir korku ve gizliden bir alay; hepsi bu. varıyla yoğuyla, k., köylülerin ve şatonun gözünde saygın bir yer edinmek için, elindeki tek kozu kullanmaya çabalıyor; kadastroculuğa kabulünü istiyor. bu payeyi edindiğinde, artık köyden biri gibi görüleceğini, sürülüp uzaklaştırılma tehlikesini savuşturacağını düşünüyor.

işte tam da bu noktada, dava'daki anlatıya dönmek istiyorum. kapıcının kandırılmış olabileceğini, aslında o kapının ardında daha başka bir çok kapının bulunmadığını, hatta o kapıdan taşralının geçmesinin hiçbir önem ya da tehlike arz etmediğini düşünmemiz gerektiğini söylüyor kafka.

köylülerin şatoyu fazlaca büyütmüş olabileceklerini düşünebilir miyiz? kitabın en başında, takip ettiği yol şatoya çıkmayınca geçici olarak bu isteğinden vazgeçen ve sonraları anlatılanlara kulak verip şatoyu görmeye gitmeyi bile düşünmeyen k.'nın ya da ona bu dedikoduları fısıldayan köylülerin, aslında şatonun içerisinde ne olup bittiğini bilmediklerini iddia etsek çok mu ileri gitmiş oluruz? kuşkusuz ki şatonun yokluğunu iddia edemeyiz, çünkü neticede görünen bir yapı ve oradan gelen ve oraya giden memurlar elbette var; fakat gerçekten de bu denli karamsar bir tabloyla karşı karşıya kalmış mıdır k.?

köyün toplumu temsil ettiğini düşündüğümü söylemiştim. belirgin kuralları olan, bunların dışına asla çıkmayan, fakat bu kuralları zamanla değiştirebilen, capcanlı bir organizmadır toplum. yaşlılara yer verilir, bayramda büyüklerin elleri öpülür, çocuklar harçlık koparmakla yükümlüdürler... fakat bu kurallar hiçbir yerde ve hiçbir zamanda yazılı bir dayanağa sahip olmamıştır. kuralların dışına çıkanlar yalnızca toplumun dışına itilirler ve bu büyük bir özgüvenle, hiç aksamadan ve şaşılacak yer bırakmadan, büyük bir uyumla yapılır. barnabas'ın ailesinin toplumdan dışlanmasından sonra, baba'nın şato'daki memurlara derdini anlatması, fakat karşılık olarak suçsuz olduğunu duyması, köylülerin gözünde ailenin mevkiini değiştirmiş midir? bu konuda şatodan köylülere bir dayatma var mıdır?

toparlayayım; şato, köylüler üzerinde mutlak hakimiyet kuran bir otoriteden daha çok, köylülerin kendince kabullendiği ve özünü araştırmaya gerek görmediği soyut bir kavramı temsil etmektedir. buna genel ahlak da diyebiliriz, görgü de, gelenek de, töre de... köylüler yapacaklarını doğuştan kazandıkları bilgilermiş gibi, düşünmeden ve tartışmadan, öylece bilirler. şatoya gidemezler, şatodan birilerini kolay kolay göremezler, herhangi bir şeye tek başlarına müdahale edemezler. ancak ve ancak, bir arada olduklarında bir güce sahip olabilirler. bu güç bile somut bir güç olmanın dışındadır. iki yardımcısını ikiz zanneden k.'nın, onları ayrı ayrı gördüğünde aslında birbirlerine hiç benzemediklerini fark etmesinin sebebi de budur. k.'nın karşısında sayısı belirgin olan bir köylü topluluğu değil, tamamiyle bir bütün olmuş ve k.'nın bir hüviyet kazanması gerektiğini bilen ve bu gerçekleşmeden onu aralarına almayacaklarının bilincinde olan bir yığın vardır. pink floyd'a ille de gönderme yapılacaksa ben yapayım, evet, duvardaki tuğlalardır onlar!

ernst fischer'ın, şato'yu devlet kavramına benzetmesinden çok da farklı değil bu. yalnızca biraz daha soyut. fakat, her ne kadar en yakın dostu da olsa ve hatta kafka ile çokça tartışmış ve bir şeyler öğrenmiş de olsa, max brod'un iddiasına katılmadığımı belirtmeliyim. tavşan dağa küsebilir, dağın umrunda olmayabilir, fakat tavşan bu saatten sonra neyi neden umursasın ki?

şato, bir tanrı, bir inayet değildir. şato, toplumun öğrenilmiş kurallarının gizlice üretildiği soyut bir kavramdan ibarettir.

devlet demekte ısrarcı olana lafım yok tabii."

aralık 2009

[siftah olsun diye şimdilik bu. ekşi sözlük'ten transfer]

"hani bak, 1.5 yıl yazmadım bu filme, nolan külliyatını en az 3'er kere izlemişsem de, bu filmi kaçıncıya izlemek istediğimi unuttuysam da, hd'sini indirip, eski bilgisayarımda doğru dürüst izleyemeyip, yeni bilgisayar edinme projeme hız verip başarılı olduktan sonra ilk iş blu-ray'ini indirmem olduysa da; yazmadım. çünkü evet, böylesi filmleri izledikten sonra fena halde gaza geliyor insan. puanlamaysa puanlama, tartışmaysa tartışma, yorumlamaysa yorumlama; her türlüsünde işkembeden fazla fazla atıyorsun ve tutamıyorsun.

1.5 yıl geçti, imdb'de 9. sıraya kadar geriledi. birçok kişi yalnızca belirli sahnelerini yeniden izler oldu falan. durulduk yani. dolayısıyla, kısa da olsa bir şeyler yazabilirim.

bir kere imdb listesi sikimde değil. yıllar boyu birinci kalmış her iki film de benim sıralamamda ilk 50'ye bile girmez, onun için orayı kaale almıyorum. ama canlar, bu film sinema tarihinin en mühim filmlerindendir, bak bunu rahatça söylerim!

yıllardan beri düşündüğüm bir şey; insanlar en sevdiği kitap türüne rahatça cevap verebiliyorlar. en sevdiği müziğe de, filme de. ben veremiyorum. kitapta ve müzikte mümkünü yok bulamıyorum belirgin bir tarz. nedendir bilmem. bilmezdim. sinemacı arkadaşların da belirgin türler veremediklerini görene dek. burdan bir sonuç çıkartmayacağım; bir anekdot sadece. o da şu; ben bu filmi bir kategori içerisinde izledim. çizgi roman değil, aksiyon değil; suç filmi. çünkü, çok mutlanarak söylüyorum ki, en sevdiğim film türü bu benim. sonunda anladım. di palma, coppola, scorsese, leone... ya da ne bileyim leon, heat; hatta biraz fight club... yani dolayısıyla, ben sinemayı yalayıp yutmuş biri değilim zaten, o açıdan düşünerek değerlendir bu söylediğimi.

bu kategori içerisinde düşünüldüğünde, bana göre gerçekten de mühim bir film. goodfellas gibi yepyeni bir tarz ve yepyeni bir ekol oluşturmaz belki, ya da godfather gibi bir kitap uyarlamasından beklenebilecek şeyi maksimum düzeyde tutmayabilir; ama canlar, bu filmin kurgusu, bu filmin senaryosu, bu filmin yönetmenliği, oyunculuğu, cast'ı; hangi cüretle görmezden gelinebilir, hangi cüretle beğenilmeyebilir yahu? bunu beğenmeyenin neyi beğendiğini de biliyoruz, o daha da garip zaten. hollywood yapımı olmasıyla eleştirilse, dönüp sayılan 4 yönetmene bakıyoruz, fiyasko; türüyle eleştirilse, pek sevdiğiniz o listenin yarısı o türden; yönetmenleri kıyaslasak, her yerde karşıma çıkan klasik kafadan başkasını görmüyorum, gene fiyasko...

bir de tim burton'cılar var tabii.

bir kere tim burton'dan benim kadar haz etmeyen biri daha var mıdır, onu bilmiyorum. bak bunu baştan söylüyorum ki gardını rahatça al. ama bu önemli değil. biz burton yorumlu batman'e odaklanalım.

bir yarasa adam hikayesinde, adamın yarasalara olan ilgisini açıklamak için en kolay yoldan iki şeye başvurulabilir;

1- yarasaları ölesiye sevmesi
2- yarasalardan ölesiye korkması

her ikisi de kolay yol evet ama ilki çok daha kolay, hatta kolaya kaçmak, sığınmak derecesinde. çünkü ikincisini işlemek daha uzun ve daha meşakkatli. neden korktun, neden kaçtın ve en önemlisi, nasıl yenebildin? bunların cevabını vereceksin. ilkinde öyle değil, neden yarasa? seviyorum ulan!

bunu geç; joker hikayesine gel. neymiş, asit miymiş bi bilmem ne kazanının içine düşmüşmüş de dünyadan nefret etmişmiş. ba ba ba! ergene bak! ulan otobüs merdiveninde oturup dünyadan nefret eden emo'ya kızan da sensin, bu hikayeye gündüz-gece tapınan da! bu nasıl bi aymazlık, nasıl bi çelişkidir kuzum? kötü adamı kötü adam yapan bir takım sebepler bunlar mıdır hakaten? bu kadar sığ, bu kadar duygusal ve bu kadar ergentemelli mi olmalı?

tim burton'ın batman'ini savunmayın bana. delirtmeyin insanı.

bu filmdeki joker karakterinin daha nesini inceleyebilirim onu da bilmiyorum zaten. ne sebebi var ne sonucu; neyi neden ve nasıl yaptığını bile anlayamıyoruz izlerken. bazı bazı öylesine hızlanıyor ki anlatım, bir insanın bu kadar ayrıntıyı düşünemeyeceğini ve dolayısıyla joker karakterinin filmde yer alan bir çok karakteri temsil ettiğini düşünüyoruz. ben düşündüm en azından. hangi zeka, 3'lü bir suikast girişimi ardına düzenlediği bir başka suikastta başarısız olacağını bilip, bir sonraki hedefini gösterdikten sonra (ki bu rachel dawes oluyor) önce harvey dent'i öldürmemeye çalışarak yakalanıp emniyet merkezine sokacağı adamının karnına bir patlayıcı yerleştirdikten ve batman ve bilcümle emniyet mensubunu ta en başta gösterdiği hedefe yönelttikten sonra bir telefon yardımıyla tüm katı havaya uçurup mafyanın ele geçirmeye çalıştığı hong kong'lu iş adamını kaçırır ve bunu yaparken ta en başta hedef gösterdiği kişiyi de öldürmüş olur? bu bile karmaşık geldi değil mi? otur izle bi daha. ve buna ek olarak, aslında batman'i gerçekten de hiç yakalamak istemediğini düşünmemiz gerek. yalnızca ona ulaşıp konuşmaya çabalıyor ve bunu da başarıyor. yoksa elindeki bazukayla önde giden polis otomobilini havaya uçurmakla vakit kaybedeceğine, kamyonete iki kere nişan alması yeterli olurdu.

batman/wayne tiplemelerine bakarsak, eleştiri üstüne eleştiri yapabiliriz bak, onu kabul ediyorum. fazlasıyla ciddiye alınmış ve olayları fazlasıyla ciddiye alan bir tipleme olmuş her kisi de. adalet duygusuyla yoğrulmuş, insanlara yardım etme ve durumları idealize etme kaygısıyla önünü göremez olmuş bir batman, bu filmde fazlasıyla sırıtıyor. gerçi bunda, joker'in gereğinden fazla karikatürize edilmesi ve alfred karakterinin bilgeliğinin iredelenebilmesi amacıyla oluşturulan altmetnin de payı var. ama yine de, nolan'ın oluşturduğu ya da en azından yorumladığı bir batman, bu kadar ortalama bir çizgide olmamalıydı. rachel ile olan ilişkisinde, tamamiyle saf bir duygusallığın içine düşmüş olması, insanlığın kötülüğe asla meylinin olmadığını sonuna kadar savunması, kuralından hiçbir şartta geri adım atmaması; bunlara ek olarak sayılabilir. neticede bir hollywood yapımı ve bu en büyük klişeleri kullanması kaçınılmaz gerçi, ama ben bir nolan filmi görmek istiyorsam, bunları iğreti bulduğumu da belirtebilirim.

sonlara doğru yer alan gemi sahnesi ise, izleyenlerin büyük kısmının tepkisini çekmiştir zaten. spoiler olmasın diye yazmıyorum ama, o sahneler benim de filmden soğumama yol açtı açıkçası. ve evet, defalarca izledim fakat bunun birçoğunda zaten oraya kadar izledim, geri kalanında da oradan daha çok nefret ettim. ortalama seyirciye hitap eden, ortalama bir şekilde yorumlanmış olağanüstü bir sahneydi. yazık olmuş.

tüm bunların ötesinde, benim için filmi muazzam hale getiren şeyse, ters yönde ilerleyen iki karakterin, birbiriyle olan mücadelesindeki alt edilemezlikleriydi. troy'u izleyebildiysem, heat'i çok seviyorsam ve leon'u halen arada bir açıp izliyorsam aynı sebepledir. iyi ve kötü ya da a ile b, birbirlerine o kadar yakın ve o kadar uzak, birbirlerine o kadar benzer ve o kadare farklıdır ki, seyirci filmin birçok yerinde, hangi tarafta kalması gerektiğini ayrıt edemez. ortalama izleyiciyi kolaylıkla etkisi altına alabilir bu yönüyle, fakat bu kadarla sınırlı değil. altmetne inmeyi başarabilen seyirci de, bu tür hikayelerde, ne kadar dikkatle izlerse izlesin, tarafını ne kadar belirlemiş olursa olsun, bir türlü özdeşleşme aşamasını bitiremez ve hikayenin akışına gereği kadar dahil olamaz. bu da kurgulanmış herhangi bir hikayede, kurgulayan için çok tehlikeli bir durumdur. yapıta dışarıdan bir gözle bakmadan eleştirebilmek mümkün değildir hani, aynı sebepten işte. bu tür kurgularda seyirci, olayın inandırıcılığından, oyunculuğun kalitesine; senaryonun yeniliğinden, kurgunun başarısına kadar, birçok ayrıntıyı daha kolay gözden geçirir. ve dolayısıyla bu türden hikayeleri kurgulamak, bir bakıma cesaretle ilişkilendirilebilir.
işte bu filmde de, belki bu kaygıyı taşıyarak, belki de değil; ama her ne şekilde olursa olsun, aynı yöntemin, mükemmel bir şekilde işlendiğini ve başarıyla altından kalkıldığını görüyoruz. son 40 yılda en beğenilen filmlere ve yarattıkları etkiye bakınca, 10 yıllık bir yönetmenin böylesi bir işe kalkışması, olması gerektiğinden fazla bir takdiri hak ediyor.

çok uzadı. diyeceğim o ki, dark knight, incelenebilecek her yönden, kalburüstü bir filmdir ve hakkında yapılan eleştirilerin çok büyük kısmı, ne sanatsal ne de sinemasal açıdan bir değer taşıyacak konumda değildir. çizgi roman kültürüne hakim olanların bile beğendiği bir filmi, aksiyon filmleri arasına bile dahil etmemek, 30 yıl önce beyin şalterini kapatmış olmakla eşdeğer bir şey sanırım. onlar için edilecek lafım yok.

1.5 yıl sonra bunu yazdım, 15 yıl sonra ne derim bilmiyorum. ama şimdilik, benim izlediğim en iyi filmlerdendir."

ocak 2011